Mr. Mc Intire ve “Nat Farking”
1970’li yılların başlarında ,THY’nın Irlanda’dan kiraladığı 2 adet B707 uçağının teknik temsilcisi, ellili yaşlarında, bembeyaz saçları olan uzun boylu, aniden sinirlenen bir Irlandalı olan Mr. Mc Intire’a, THY’nın en eski çelik hangarındaki Teknik Kontrolluk bölümünde, bir oda tahsis edilmişti. Saç rengi nedeniyle adamın teknik camiadaki lâkabı “Akbaba” idi.
Teknisyenler arasında İngilizce bilirlik oranı, o tarihlerde, oldukça düşük idi. Şaka olsun diye kendi aramızdaki konuşmalarımızda İngilizce ile Türkçe’yi karıştırıp deforme ettiğimiz sözcükleri kullanırdık. Öneğin “nasılsın, inşallah iyisindir” yerine “havaryusun, gutsundur inşallah” gibi. Bu deforme edilmiş sözlerden birisi de “farketmez” sözcüğü yerine “nat farking” sözcüğünü kullanmamızdı.
Böyle şakalaşırken, İngilizce bilmeyen bir meslekdaşım, nat farking’in ne demek olduğunu sormuş, İngilizce fark etmez demek olduğunu söylemiştik. Biz, şaka yaptığımızı anladığını sanmıştık. Bu arkadaşımız artık iş yerinde “fark etmez” demek istediğinde “nat farking” sözcüğünü, İngilizce olduğunu sanarak, kullanıyordu. Biz, arkadaşımızın bu deyimi şaka olarak kullandığını sanıyorduk, ama aşağıda okuyacağınız olay patlayınca öyle olmadığını, masum bir şakadan kaka çıktığını geç de olsa anladık.
Bir gün 15-23 postasında Irlanda’dan kiraladığımız B707’lerden birisi No-Go bir arıza ile seferden gelmişti, depomuzda olmayan bir parçaya ihtiyaç vardı. Uçağın teknik temsilci Akbaba’nın evine telefonla haber verilerek arıza anlatıldı, AOG malzeme siparişi yapması gerekiyordu. Akbaba ailesiyle Yeşilyurt’ta kiraladığı bir Apartman dairesinde ikamet ediyordu. Onbeş dakika sonra adam hangara gelmişti. Arıza ve sipariş verilecek
parça hakkında konuşurlarken, arızayla ilgilenen, yukarıda anlattığım B707’ci arkadaşımız, Akbaba’nın “onun öyle değil, böyle olması gerekir” şeklindeki müdahalesine gayet safiyane “farketmez, böyle de olabilir” demek için, adama gayet safiyane “nat farking” demiş. Ben aprondaki işimden Teknik Kontrolluk ofisine döndüğümde bizim Akbaba inanılmaz derecede sinirlenmiş, yüzü kıpkırmızı bağırıp duruyordu ve ne söylediğini de anlamıyorduk. Sanırım Irlanda dilinde küfürler ediyordu. Adamın neden böyle sinirlendiğini ne biz, ne de o sözcüğü kullanan arkadaş anlamamıştık.
Akbaba o sinirle söylenerek hızla ofisten çıkıp hangarı terk edip gitti. O gittikten sonra arkadaşımıza “Akbaba neden delirdi, ne oldu?” diye sorduğumuzda bana “parça siparişi yaparken, onu öyle değil böyle yapmanız lazım” dedi ben de ona “nat farking” yani fark etmez dedim, adam birden barut gibi parladı, delirdi, bağırmaya başladı dedi. İşte o zaman arkadaşımızın bizim deforme kelime şakasına kurban olduğunu anladık ve kendisine “yahu, bu bizim kendi aramızda bir konuşma tarzı, sen bunu neden Akbaba’ya söyledin, adam senin dediğini “not fucking veya farting olarak anlamış olmalı ki, çıldırmış” deyince, arkadaş “vay be, siz beni fena işletmişiniz, adamın delirmekte hakkı varmış, istemeden küfür etmişim, bilseydim gitmeden adamdan özür diler, konuyu tatlıya bağlardık dedi.
Ertesi sabah Akbaba, Teknik Kontrol Müdürümüz olan rahmetli Salih Özalp hocamıza “dün akşam şu arkadaş bana küfür etti, not fucking dedi” diye şikayet etmiş. Salih Hoca “bu arkadaş çok nazik, terbiyeli bir insandır, bugüne kadar Türkçe küfür etmemiştir, İngilizce de bilmez ki o küfürü etsin, bu işin içinde bir başka iş olmalı, inceleyip gerekeni yapacağım demiş ve arkadaşımızı ifade vermeye çağırmıştı. Bizim de şahitlik yardımımızla arkadaşımız derdini Salih Hocaya zar-zor anlatabildi. Salih hocamız bize çok kızdı, bi daha böyle acaip laflar kullanmayın diye bizi azarladı.
Salih hocamız, Mc Intire’a bizim Türkçe-İngilizce amorf sözcükleri şaka olarak kullandığımızı nasıl anlattı ve ikna etti bilmiyorum. Gerekli ortam sağlandıktan sonra Salih hoca arkadaşımızı yanına alıp Akbaba’nın odasına gidip, yanlış anlamaya meydan veren sözcük nedeniyle özür diletip elini sıkarak olayı sonlandırdı. Gençlik işte, basit bir şakanın böyle kötü sonuçlanacağını hiç birimiz düşünememiştik.
FEO Panelden kaybolan zaman saati
Yıllar sonra, Irlanda’dan kiralanan 2 adet B707 uçağının iade zamanı gelmişti. Teslim alındığı konfigürasyonda iade edileceği için, uçaklarda gerekli kontrolları yaptık, bulunan eksiklikleri kayda alıp tamamladık. Temsilci Mr. Mc Intire yaptığı kontrolda uçakların birisinde FEO panelinde zaman saatinin eksik oluğunu NCR’a yazmış. O zamanki Tek. Kontrol Md. Erdoğan Karabuğa bana Kargasekmez(*)’de duran 2 uçağa bakıp, gerçekten zaman saati birisinde eksik mi kontrol et diye görev verdi.
Uçuştan alınmış bulunan uçakların ikisine de baktım, Akbaba haklıydı, uçakların birisinde zaman saati varken diğerinde yoktu ve yeri saç kör tapa ile kapatılmıştı. B707’ci arkadaşlara sordum herkes, zaten uçaklar ilk geldiğinde birisinde zaman saatinin hiç olmadığını söylediler. THY’nın eski DC-3 uçaklarında da kullanılan zaman saati artık piyasada yedeği olmayan, 8 günlük mekanik (elle) kurmalı, ELGIN marka idi, depomuzda da yedeği yoktu. Akbaba, pislik yapıyor, “saati uçaktan çalmışlar” diyerek bize b.. atıp ortalığı ayağa kaldırıyordu. Derken aklıma uçakların teslim alma evraklarına bakmak geldi.
Her iki tarafca imzalı olan belgelere göre uçakların ikisinin de FEO panellerinde zaman saati yoktu. Yani kayıtlara göre, bir uçakta var olan zaman saatinin de, olmaması gerekiyordu. Bunu Erdoğan beye anlattığımda Erdoğan bey “Erhan, adam delirdi, üst yönetime zaman saatimi çalmışlar diye bizi şikayet etmiş, üst yönetim de saati bulun, adamı susturun diyor” dedi. Erdoğan beye, madem dokümanlarda her iki uçakta da saat görülmüyor, yarın 23-07 çalışırken var olan saati sökeyim, yerine kör tapa (blanking plug) yaptırıp takayım, sonra Akbaba’ya teslim dokümanlarını gösterelim ve senin 2 uçağında da zaman saati zaten orjinalinde yok, sen ne saati arıyorsun da bize b.. atıp duruyorsun deyip konuyu kapatalım dedim. Erdoğan bey fikrimi kabul etti, saati sök fırlat at, ortalık yerde görülmesin dedi. Ertesi gece uçağa gidip saati söktüm, yerine yapısal atölyesinde eski bir saç parçasından yapılan tapayı taktım, söktüğüm saati de dolabıma koydum.
Ertesi gün Akbaba gene saati sorunca Erdoğan bey, dokümaları gösterip senin her iki uçağında da zaman saati yok, sen rüya görüyorsun herhalde demiş. Adam, ben salak mıyım, 3 gün önce baktığımda uçakların birisinde vardı, diğerinde yoktu, şimdi bakacağım deyip uçaklara gidip bakmış. Aaa, iki uçakta da saat yok ve yerleri sac tapa ile kapalı, teslim dokümanları da teslim sırasında zaman saati yok diyor. Uçaktan saati çaldınız diye deliren Akbaba yaptığı çirkeflik nedeniyle mecburen özür dileyip durumu kabullendi.
Dolabımdaki ELGIN zaman saati bana hatıra olarak kaldı. 1981 yılında Frankfurt’a tayinim çıktığında Frankfurt apronda kullandığım teknik minibüsün bordo paneline monte edip 5 sene kullandım. İstanbul’a tayinim çıkınca söküp geriye getirdim, çalışma masama koydum. Sonra malzeme yorgunluğundan saatin zemberek yayı kırıldı.
Bordo aletleri teknisyeni rahmetli Zülküf abi (Zülküf Tonka) kırık zembereğin yedeği olmadığı için, kısaltarak saati kullanılabilir duruma getirmişti ama kısa süre içinde kısaltılan zemberek tekrar kırılınca Akbaba’dan hatıra kalan saat kâl olup gitti, geriye bu hikaye kaldı. 1940’larda Elgin firması tarafından üretilen saatin resmini internette araken, saatin artık antika olduğunu ve e-bay sitesinde 229,95 USD fiyata satıldığını gördüm, şaşırdım. Ne saatmiş diyenler için internetten bulduğum resmini yazıma ekliyorum.
(*) Kargasekmez:
Kargasekmez, Atatürk Havalimanında bugün İç Hatlar Terminal apronu olan alana verieln ad’dır. Bu alan apron olarak ilk betonlandığında henüz terminal inşaatı yoktu, terk edilmiş kırsal bir yer gibiydi. Bu alanda arızalı uçakların onarımları ve motor takat kontrollarını yapardık. Kışın kuzey rüzgarı poyrazın dondurucu etkisini derinden hissederdik. Teknik Kontrol Talat Tavacı abimiz (rahmetli) bir kış akşamı burada 2 saat kadar
motor ayar ve takat kontrolunda çalışıp ofise döndüğünde “ya, bu yeni yapılan apron var ya, buz gibi, bir poyraz esiyor vallahi ciğerimize işledi, dondum, yarın hastalanabilirim, orası apron değil, “Kargasekmez” demişti.
Biz de Kargasekmez sözünün nereden geldiğini sorduğumuzda bunun eski İstanbul-Ankara karayolunda Ankara Kızılcahamam yakınlarında, 1100m rakımı ve kışları dondurucu soğuk bir geçit olduğunu, özeklikle kamyon şoförlerinin burada arıza yaşayıp kalmamaları için yola çıkarken dua ettiklerini anlatmıştı. Google’a “Kargasekmez nerede” diye sorarsanız cevabını bulacaksınız. Ben de bu Kargasekmez’de bir F-28’in motor ayarlarını ve takat kontrolunu yaparken, sırtımdaki yün kazak, onun üzerinde deri ceketim, başımda sadece gözlerimi açık bırakan yün başlığıma rağmen üşütmüş ve bir hafta evde yatmak zorunda kalmıştım. O zamanlar havacılığın biz uçak teknisyenleri için cılkının çıktığı dönemlerdi.