Bu ay yolum Bursa İzmir karayolu üzerinde ve Bursa’ya yaklaşık 42 km uzaklıkta kurulmuş olan adeta cennetten bir köşe diyebileceğim bir köye düştü. Adı mı? Gölyazı...
Burası aslında Uluabat gölü üzerinde ve incecik bir köprü ile anakaraya bağlı bir yarımada. Ancak ilk izlenim sanki burası ufak bir ada ve bu adada bulunan bir köy gibi gözüküyor. Önce size köyün tarihçesini anlatmak isterim. Roma dönemine kadar uzanan bir tarihi var buranın. Köyün sokaklarında dolaşmaya başladığınız andan itibaren Roma dönemi kalıntılarına rastlıyorsunuz. Burası bir zamanlar Apollon Krallıgının başkenti imiş. Daha sonra önce Bizans ve sonra da Osmanlı İmparatorluğunun emrine girmiş.
Köyde bir de efsane dolaşıyor. Dedim ya, burası başka köylere benzemiyor. Oldukça fantastik ve gizemli bir köy. Rivayet şöyle: Eski zamanlarda Odryes Çayı Bandırma’dan denize dökülürmüş.
Bu çayın bulunduğu yerde, Melde Krallığı ve bugünkü Uluabat Gölünün bulunduğu yerde de Apollon Krallığı bulunurmuş. Melde Kralı, Apollon Kralının kızını oğluna istemiş. Ancak kız bu evliliği istememiş. Apollon Kralı da kızını korumak için bir tepenin üzerine bir saray inşa ettirmiştir. Kızını da bu sarayda saklamış. Ancak bu durum Melde kralını çok kızdırmış. Kral Odryes Çayının yolunu değiştirerek tüm Apollonia’nın sular altında kalmasına neden olmuş. Ancak prensesin kaldığı saray da etrafı sularla çevrilerek bir ada olarak kalmış. İşte rivayet böyle. İşte ben bu Gölyazı’dan her yönü ile o kadar etkilendim ki anlatamam. Gezdiğim kentlerde genellikle hep bir birbirine benzeme, benzetme bulmuşumdur. Gölyazıyı görür görmez bende yaptığı çağrışım şu oldu: Sanki Zürih’te idim. Karşımda da Zürih Gölü duruyordu. Avrupa kentleri hep birbirine benzer, ancak Zürih’in hep bir biricikliği, farklılığı vardır bende. Gölyazı da işte böyle farklı, kendine özgü duruşu olan bir köy; tıpkı Zürih gibi...
Dingin bir göl, güzel bir doğa, muhteşem bir yeşillik. İşte size Gölyazı.
Gölyazı’nın eski adı Apolyont. Köyde hemen hemen herkes, balıkçılık yapıyor. En önemli geçim kaynakları balıkçılık. Köyün kadınları çok çalışkan. Ağ örüyorlar ve gölde tekne kullanıyorlar. Gelen turistleri gölde tekne ile gezdiriyorlar. Gölde daha çok Turna ve Yayın balığı avlanıyor.
Gölyazı aynı zamanda bir Leylek cenneti de. Göçmen kuşlar özellikle yavrulama döneminde Manyas Gölünde konaklıyorlar. Ancak Uluabat gölü balık bakımından zengin olduğu için beslenmeye buraya geliyorlar. Köyde her yıl leylek şenlikleri yapılıyor.
Köyün girişinde sol tarafta etkileyici ve tarihi bir yapı olan Aziz Panteleimon kilisesi görülüyor.
Gölyazı’nın en ünlü ve belki de, herkesi çok etkileyen yeri, Ağlayan Çınar. 730 yıllık olduğu söylenen çınarın bir de ağlatan öyküsü var. Hikâyesi şöyle: Eskiden burası yıllar boyunca Türk ve Rumların birlikte yaşadığı bir Rum köyü imiş. Kurtuluş Savaşından sonra yapılan mübadele ile burada yaşayan Rumlar, Selanik’e gitmek zorunda kalmışlar. İşte tam da bu yıllarda birbirini seven Mehmet ve Eleni ayrılmak zorunda kalırlar. Mehmet Eleni’nin peşinden gider ama Eleninin ağabeyi bu beraberliği istemez. Mehmet’i hançer ile yaralar. Mehmet son bir gayret ile Eleni ile buluştukları ağacın altına gider. Eleni çınar ağacına geldiğinde Mehmed’ in burada öldüğünü görür. O da, üzüntüsünden burada intihar eder. İşte bu efsaneye göre çınar ağacı o günden beri hep ağlar. Günümüzde burası sit alanı olarak koruma altına alınmış.
Gölde popüler olan bir şey var ki o da sandal turu yapmak. 20 lira karşılığında yapacağınız sandal turu gerçekten çok keyifli.
Gölyazı’ya gelin burada hem tarih hem de doğa var. İnsanları hem güler yüzlü hem de misafirperver. İster nefis bir köy kahvaltısı, isterseniz nefis göl balıkları yemek için; tercih sizin. Neyi seçerseniz seçin sonuçta müthiş bir keyif alacaksınız işte bu kesin. İşte Gölyazı orada ve sizi gelmeniz için adeta çağırıyor. Unutmayın burayı görmek için çok nedeniniz var. Gidin ve görün, inanın çok beğeneceksiniz.